HASAN CEMAL / MİLLİYET
Ne günlerdi, bir zamanlar telefon başında saatlerce
beklerdik, bağlansın diye...
Sabah erken kalktım. Denizin üstünde tül gibi belli belirsiz bir
sis tabakası. Hava sıcak olacak. Her rengini ayrı sevdiğim
begonviller azdıkça azıyor. Akdeniz bir başka türlü güzel...
Bilgisayarımı açtım.
İnternete giriş hızlanmış... Çok iyi, hayatımız biraz daha
kolaylaşacak.
Hayırlı olsun 3G teknolojisi!
Mehmet Barlas’ı okuyorum. Hıncal Uluç’u eleştiriyor, inceden inceye
de kafa buluyor Hıncal’la, teknolojik gelişmelerin bazı açılardan
gazeteciliği öldürdüğüne inandığı için...
Yıllar öncesini anımsıyorum.
Bonn, 1975.
Ecevit’in Batı Almanya gezisinin ilk durağı. CHP liderinin uçakta
söylediklerini gazeteye yetiştirmek için otelde bir koşu teleks
odasına gidiyorum. Haberi önce perfore banda kaydediyorum, sonra
düğmeye basıp teleksin tıkırtısına kulağımı veriyorum.
Sık sık kesiliyor, kumlu çıkıyor.
Teleksten hayır yok.
Vakit geçiyor, gazetenin baskı saati sıkıştırıyor. Odaya çıkıp
santrala yazdırıyorum Cumhuriyet’in telefon numarasını.
Bekle Allah bekle!
Bağlanamıyorum İstanbul’a. Haberi atlayacağım göz göre göre. Oysa,
Ecevit’i yurtdışında izlemek benim muhabirliğimde çok önemli bir
durak...
Telefon başında kıvranıyorum ama İstanbul bağlanmak bilmiyor. Zaman
zaman santraldaki kıza bağırıyorum, fayda etmiyor. Tam dört saatim
böyle geçtikten sonra pes edip moralsiz bir halde kendimi dışarı
atıyorum.
Ertesi sabah Tulpenfelt Oteli’nin lobisinde karşılaştığım
CHP’lilerin bana bozuk attıklarını fark ediyorum. Ecevit’in Özel
Kalem Müdürü Nail Abi yanıma gelip sitem ediyor:
“Hasan Cemal, o nasıl haber öyle?.. Ecevit senin yazdığın
gibi mi karşılandı? Hep birlikte değil miydik? Coşkulu bir
kalabalık yok muydu?”
Mosmor oldum.
Ben haber geçmemiştim ki!
Telefon bu kez Cumhuriyet’e fazla gecikmeden bağlandı. Haber
merkezinden Yalçın Bayer’le konuşup ne olduğunu öğrenince başımdan
kaynar sular döküldü.
Yalçın, o kadar saat benden ses seda çıkmayınca, bana iyilik olsun
diye Anadolu Ajansı’nın haberini alıp ‘özelleştirmiş’, yani üstüne
benim imzamı koyup gazetenin mutfağına vermiş. Manşete çıkan haberi
baskıya yetiştirmiş...
Ama işler burada çatallaşmış. Çünkü AA’nın Bonn muhabiri, Ecevit’le
CHP’den hoşlanmayan biriymiş... Kısacası, teknolojinin azizliğine
uğramıştım 1975’te...
Bu arada, Ecevit’in Bonn gezisinden altı yıl sonra Cumhuriyet’in
Genel Yayın Müdürü olunca yaptığım ilk iş, ajans haberlerinin
özelleştirilmesini yasaklamak ve ilk olarak da bunu, “Selam verdim,
haber olmadığı için almadı!” dediğimiz Yalçın Bayer’e tebliğ etmek
oldu.
Yıl 1986, ara seçimler.
Başbakan Özal’ın helikopteriyle İskenderun Körfezi’nin üzerinde
uçuyoruz. Güneri Cıvaoğlu, Yavuz Donat ve ben. Özal’ın yüzünde
muzip bir ifade, Yavuz’a dönüyor:
“Oğlunu aramak ister misin?”
Yavuz’un biraz da şaşkınlıkla duraksadığını gören Özal, Amerika’da
okuyan oğlunun telefon numarasını not ediyor, araba telefonuna
benzer cihazdan çeviriyor. Helikopterden, denizin üzerinden
Amerika’yı aramak...
Bu kez şaşırma sırası Yavuz’un oğluna geliyor. Saat farkından
dolayı kendisini uykusundan zıplatan kişinin, Turgut Özal,
Türkiye’nin Başbakanı olduğuna inanamıyor çünkü...
Araba telefonları Türkiye’ye geldiğinde “Çağ atladık!” sözü çok sık
kulaklarımıza çalınırdı.
Faks makinesini ben ilk kez 1978’de Amerika’ya gittiğim zaman
Washington’da bir Kongre üyesinin ofisinde görmüştüm. “Buradan
kâğıdı koyunca, örneğin New York’tan aynısı çıkar” dediklerinde çok
şaşırmıştım. İstanbul’a gazeteye döndüğümde, gazeteci milletini bu
faks işine inandırmak kolay olmamıştı.
En az bunun kadar kolay olmayan bir şey de, Cumhuriyet’te
Başyazarım Nadir Nadi’yi faks almaya ikna etmek olmuştu. Çok pahalı
bulmuştu. Nadir Bey’e telefonla haber yazdırmanın gazeteye daha
pahalıya mal olduğunu anlatamıyordum.
Ama ne zaman ki, 1985’te Başbakan Özal’la gittiğim Japonya
gezisinin telefon faturalarını Nadir Bey’e gösterince, biri
İstanbul’a, biri Ankara’ya olmak üzere iki faksın onayını almış,
rahatlamıştık.
Yıllar geçti.
Almanya’da 2006 Dünya Kupası’nı izlerken bir gün faks lazım
olmuştu. Münih’teki stadyumun haber merkezinde faks var mı diye
sorunca yüzüme bir tuhaf bakmışlardı.
Teknoloji ve gazeteci milleti tam kitaplık bir konudur. Üstelik,
şimdi yazmakta olduğum kitabımı boynumda taşıyabiliyorum, küçücük
bir ‘hafıza kartı’nın içinde...
Deniz çok güzel çekiyor.
Bir tık, yazı gitti!
İnternet hızlanmış...
Sevgili Hıncal;
Yoksa sen yazılarını hâlâ elle yazıp faks mı arıyorsun?..