'Babam annemi öldürdü... Babamı, benim değil Allah’ın affetmesi gerekiyor!'

Hoşça Kal Anne kitabının yazarı Duygu Batu, Ayşe Arman'a konuştu.

Google Haberlere Abone ol
'Babam annemi öldürdü... Babamı, benim değil Allah’ın affetmesi gerekiyor!'

4 yıl önce babası tarafından annesi öldürülen Duygu Batu, çıkardığı 'Hoşça Kal Anne' kitabında yaşadıklarını anlattı. Babasının annesini 7 kez kalbinden bıçakladığını hatırlatan 22 yaşındaki Batu babasının cinayeti işlediği anları anlatırken "Annem, onun kendisine zarar vereceğini bildiği için açmıyor. Polis çağırıyor. Eve iki polis geliyor. Annem bıçaklanırken, evin içerisinde o iki polis de var. Ve polisler müdahale etmiyor..." diye konuştu.



Batu, neden böyle bir kitap yazdığı sorusuna şöyle cevap verdi:



Birkaç sebebi var. Birincisi, iyileşebilmek için, içimdeki acıyı çıkartabilmek için. Bir de annem öldüğünde, kitapçı kitapçı dolaştım ben. Annesi ölen insanların hikayelerini aradım. Acımı hafifletecek, “Ben yalnız değilim” hissi verecek hikayeler. Gerçek hikayeler. Bulamadım. “O zaman ben yazayım” dedim. Allah korusun başına benzer şeyler gelenler, benim kitabıma sarılabilirler diye düşündüm. Ben bunları yaşadım ama yine de hayata tutunmayı başardım. İstenirse yapılabildiğini göstermek istedim. Bir de tabii, aile içi şiddette, o ailedeki çocuklara ne oluyor, bu çocuklara kim sahip çıkıyor, bu çocuklar nasıl kendilerine geliyorlar, gelebiliyorlar mı? Bunlara da dikkat çekmek istedim…



Ayşe ARMAN / HÜRRİYET



- Sen, bir insanın başına gelebilecek en korkunç şeyi yaşamışsın! Baban, anneni öldürmüş. Kalbinden 7 kere bıçaklamış, baban hapiste, annen toprağın altında. Kitabının adı da “Hoşça Kal Anne…” Ağlayarak okudum… Hadi anlat bize. Nasıl bir ilişkiniz vardı annenle?



Kızların  ilk  aşkı  ve  kahramanı  babalarıdır   ya, benimki annemdi.  Ben anneme âşıktım.  Delice bağlıydım. Tıpkı annem gibi minyonum. Ama onun  gibi “gülüşünden  öpülesi”  de olmak  isterdim,  öyleydi çünkü benim annem, inanılmaz güzel gülerdi. Ama  ben  kahkahalardan korkan bir kız çocuğuydum…



- Neden?



Çünkü kendimi bildim bileli bizim evde şiddet vardı. Babam,  annemi ölesiye döverdi. Öyle böyle değil ama; ağızını burnunu kırardı, dişleri dökülürdü annemin. Kanı duvarlara sıçrardı. Saçlarından sürükler balkona götürürdü onu, aşağı atacak diye korkardım…



- Çok çok feci bu anlattıkların…    



Öyle. Ben de annemden ayrı yatamazdım. Hep, “Annem ölür mü?” korkusuyla  büyüdüm. “Babam, annemi öldürür mü?” Korktuğum da sonunda başıma geldi. (Ağlıyor…) Herkesin annesiyle ilişki özeldir ama ben, belki de çok acı çektiğine tanık olduğum için, gözyaşlarının  nasıl  aktığını  bile bilirdim. Dudağının üstünden kayar, usulca çenesine akardı. Kendi bildim bilelim annemi korumak istedim. “Baba, n’olur vurma  anneme” diye, ellerine sarıldığımı çok iyi hatırlarım.  Portmantonun arkasındaki sopadan da, musluğun hortumunda da nefret ederdim. Ama bana vurmazdı babam. Derdi annemleydi…



- Niye peki?



Hastalıklı bir sevgi…



- Nasıl tanışmışlar?



Kaçarak evlenmişler. Güya büyük aşk. Nasıl aşksa bu? Hastalıklı işte! Çok sevmek de iyi bir şey değil. Babam, annemi hastalık  derecesinde seviyordu.  Ben hastalıklı bir evliliğin meyvesiyim. Gene de keşke  doğmasaydım demiyorum. İyi ki doğmuşum ve böyle muhteşem bir annem olmuş. Onun göğsüne yattığımda kimse bana zarar veremez diye düşünürdüm…(Ağlıyor…)



- Peki bütün bu yaşanan şiddetin sebebi ne?



Özel bir sebep yok. Babam hep sinirliydi. Annemle kafayı yemişti. Ve öfke kontrolü yoktu. “Gözünün üzerinde kaşın var”dan kavga çıkarabilirdi. Öyle fiske vurmak filan değil, bayağı yüzüne yumruk atıyordu. Bir erkeğe atar gibi. Çocukken en büyük korkum öyle oyuncağımı  kaybetmek filan değildi benim. Babamın annemi bıçaklamasından ya da balkondan atmasından korkardım. Çocuk aklımla, annemle babam tartışmaya başladığında hemen bıçakları saklardım. O yüzden de annemden pek ayrılmazdım. Dışarı çıkıp oyun da oynamazdım. Çok eğlendiğimde de tedirgin olurdum.  Çünkü annemle babam akşam kavga ettiğinde o gün mutlu olduğum için cezalandırıldığımı düşünürdüm. Yani gülerken bile korkan bir çocuktum…



- Ne kadar yürek parçalayıcı bu anlattıkların…



Bütün aile içi şiddet yaşayan çocuklar bu anlattıklarımı yaşıyor. Annemle babamın kavgalarından kendime şöyle bir kaçış formülü bulmuştum: Bir köşeye  çekilirdim. Ellerimi yumruk yapıp, gözlerimi kapatır, “Bu da geçecek… Bu da geçecek…” diye sayıklardım. Sonra  da bildiğim bütün duaları okuyup, Allah’a annem ölmesin diye yalvarırdım. Çocukluğumun hiçbir döneminde, ailemle kahvaltı yapmadım ben, doğru  dürüst  akşam  yemeği  yediğimizi de hatırlamıyorum. Çocukluğum sanki ağırlaştırılmış müebbet hapis gibiydi. İyi hal indirimi yoktu, hafifletici sebepler yoktu, temyiz  hakkım  yoktu. Ölü bir çocukluk yaşattılar bana…



- Off ki ne offfff… Nasıl açıklıyorsun bütün bu olan biteni?



Açıklayamıyorum ki. Bir gün annemle, babamın çalıştığı taksi durağına gittik. Annem, babama, “Nereden geliyorsun?” dedi. Bu kadar. Bu bile babamı çıldırttı. “Sen kimsin de, bana hesap soruyorsun?” dedi ve gözümüzün önünde, duvara yaslayıp, yumruklamaya başladı, sokakta kanlar içinde bıraktı annemi…



- Peki, bu nasıl aşk olur?



Bazı soruların cevabını ben de bilmiyorum. Olamaz. Şiddetle aşk, nasıl yan yana gelir? Gelmemeli. İnsan sevdiğini el kaldırmamalı. Çocukluğum, sürekli baş ağrısıyla geçti. Babam beni kaçıracak, en sevdiğim varlıktan beni ayıracak diye. Yaptı çünkü; annemi cezalandırmak için kaçırdı. Günlerce görüştürmedi. Onu cezalandırırken beni de cezalandırıyordu…



- Peki, annen niye ayrılmadı? Ona bu kadar acı çektiren adamla yaşamayı niye sürdürdü?



Boşanmak istedi. Ama ayakta duracak maddi gücü yoktu. Ailesi de ona destek olmadı. Gidecek yeri yoktu. Sığınma evinde yaşadığı dönemler oldu. Gerçekten çaresizdi. Bir de ayrılmak demek, bizi görememesi demekti. Babam, bizi göstermemekle tehdit ediyordu. Son dönemlerde temizlik işine girmişti. 45 kiloya kadar düştü. Bence, “Çalışayım, para biriktireyim, o zaman boşanırım” diye düşünüyordu. Yani ayrılmaya, bağımsız olmaya, kendi ayaklarının üzerinde durmaya çabalıyordu. Ama babam ona da izin vermedi…



- Sen kitabında, bir insan, kötü eş, iyi baba olabilir mi sorguluyorsun? Sence bu mümkün mü?



Annem hakkında bu kadar netken, babam konusunda  gelgitler yaşıyorum. “Bir insan, kötü eş, kısmen iyi, kısmen kötü baba olabilir mi?”yi sorguluyorum evet. Babam, benim  kafamda gri renkte kaldı. Ben babama olan hislerimi netleyemiyorum. Annemle ne kadar  anlaşamasa da, ben onun da prensesiydim. Benimle  uyumayı o da çok severdi. “Minnoşum, civcivim” derdi bana.  Sarıldığında gözleri parlardı. Babam da bana  âşıktı. Ve ben onun kelebeğiydim. “Babam, beni dışarıdaki kötülüklerden korur!” derdim. Bir bilgisayarım olsun istiyordum. Ama o zamanlar bilgisayar alacak kadar paramız yoktu. Bir alışveriş merkezi  kampanya yapmıştı. Kapısında bekleyen kişilere, bilgisayarı ücretsiz ya da indirimli verecekti. Babam bir gece, sabaha kadar bekledi benim için. Ve o bilgisayarı aldı. Cebindeki son parayı bana harçlık olarak verdikten sonra, üç saat yürüğünü de bilirim. Ama bu adam sonunda, hayatta, en sevdiğim insanı benden aldı! Annemle birlikte, babam da öldü… Hatta ben de öldüm!



"7 kez kalbinden bıçaklandı!



- “Cinnet geçirdim, o yüzden yaptım!”a inanıyor musun?



Hayır! Kalbe saplanan 7 bıçak darbesi var! 1 değil, 2 değil, 3 değil, 7! Amacı öldürmek. Gayet bilinçli…



- Peki, “Bu bir namus davası!” laflarına inanıyor musun?



Ona da inanmıyorum! Babam bir ilişki olduğundan şüphelenmiş, annem bir pastanede temizlik işine girmişti ya, güya oradaki mesai arkadaşıymış. Ben inanmıyorum. Kaldı ki, gerçekten babamın iddia ettiği gibi aralarında duygusal bir şey var idiyse bile; sen, bir insanın canını nasıl alabilirsin? Ne hakkın var? Onu sevgisiz bırakan da zaten sensin! Olayın bir başka feci tarafı da, babam kapıya dayanıyor “Aç!” diye. Annem, onun kendisine zarar vereceğini bildiği için açmıyor. Polis çağırıyor. Eve iki polis geliyor. Annem bıçaklanırken, evin içerisinde o iki polis de var. Ve polisler müdahale etmiyor...



- Aman Allah’ım! Bu nasıl bir felaket! Sen peki neredesin o sırada…



Benim üniversite sınavına girmeme üç gün var. Arkadaşlarımla dershanedeyim. Dershaneden çıkıp Eyüp Sultan’a gittim. Sınav için dua etmeye. Bu arada içime doğmuş gibi, gün içinde defalarca annemi aradım, telefonu cevap vermedi. Eve dönerken, bir telefon geldi, “Annem” arıyor yazdı, açtım, bir ambulans görevlisi. “Anneniz ağır yaralı. Babanız tarafından darbe almış. Hemen koşun gelin!” Elim ayağım boşandı. Deli gibi de bir trafik var, zar zor eve ulaştım. İşte o zaman neler olduğunu öğrendim: Babam kapıya geliyor ama annem kapıyı açmıyor. Polis çağırıyor. İki polis gelince açıyor, o sırada, babam da içeri giriyor. Ve annemle babamın kavgası başlıyor. Ve o polisler varken, polislerin gözü önünde, babam, annemi bıçaklıyor…



- Bu nasıl olabilir?



Valla burası Türkiye, her şey oluyor! Polisler hakkında kamu davası açıldı. Bildiğim kadarıyla soruşturmaları hâlâ sürüyor, görevden uzaklaştırma cezası aldılar. Babam, “Namus meselesi” diye açıkladı bu cinayeti. Ama bir insanın canına kıymanın hiçbir açıklaması olamaz! Kaldı ki inanmıyorum da söylediklerine. Benim için, alçakça işlenmiş bir cinayet. Ki öldürdüğü kişi benim annem! Hem annemi hem babamı aldı elimden! Bir gün evden çıkıyorsunuz ve geri döndüğünüzde anneniz olmuyor. İşin kötüsü, babam hâlâ kendini haklı görüyor…



- Onu affetmiyorsun ama zaman zaman acıyorsun… Öyle mi?



Babama karşı olan duygularımı açıklayamıyorum. Kendime dahi açıklayamıyorum. Çünkü ben onun kanından bir parçayım ama bana hayatımda yaşayabileceğim en kötü şeyi yaşattı. Annemi elimden aldı. Beni büyüten kadını, meleğim dediğim insanı. Annem eğer, normal şekilde vefat etseydi, ben yine çok üzülürdüm ama sarılacak bir babam olurdu. Şimdi o da yok. Aslında babam, benim kafamda öldü. Şu anda yaşayan, başka biri. Onun hayatımdaki yerini de tam oturtamıyorum...



"Beynim öldüğünü biliyor ama kalbim reddediyor"



Annem, “Ben olmasam bile, Duygu kendi ayakları üzerinde durur!” derdi. Kendime hep bunları hatırlattım. Ve okulu bitirdim. Annemin beni gördüğüne inanıyorum. Çünkü her ihtiyacım olduğunda, rüyama geliyor. Galiba öldüğünü hala kabul edemiyorum. Bu yüzden mezarına da gidemiyorum. Beynim öldüğünü biliyor ama kalbim reddediyor…



"6 ay kendimi hatırlayamadım"



Annemin öldüğünü duyduğum an, “Şaka!” gibi diye bağırmaya başladım. “Annem ölemez, beni bırakıp gidemez, gitmez! Kötü bir şaka bu!” Ağlarken de sürekli böyle diyordum. Ve ondan sonraki 6 ay, ben kendimi hatırlayamadım. Duygu ne sever? Neden hoşlanır? Neye sinirlenir? Neye kızar? Psikoloğuma sürekli, “N’olur bana, beni anlatın!” diye yalvarıyordum. “Ben kendimi hatırlamıyorum, ben nasıl biriyim?” O kadar büyük bir travma yaşadım ki, kendimi bile unuttum. Sanki annemle birlikte Duygu da ölmüştü…



"Öleceğine hiç inanmadım ama öldü"



- Annen, babandan nefret mi ediyordu?



Bu kadar şiddetten sonra babama aşk hissettiğini söyleyebilmek saçmalık olur. Peki, nefret ediyor muydu? Bilmiyorum. Bence annem, babama karşı nötrdü. Yani hiçbir şey hissetmiyordu. Bu, bence daha kötü. Nefrette yine bir şey hissedersiniz ama annemin babama karşı nefreti de yoktu, aşkı da yoktu, sevgisi de yoktu. Bence artık her şeyi bitmişti… Annemin kafasında hep şu vardı: “Çalışayım, para biriktireyim, ileride boşanırım!” Hepimiz aynı evin içinde yaşıyorduk ama bir aile olamıyorduk…



- Kıskanıyor muydu baban?



Annem, dinine çok düşkündü, başörtülüydü, şatafatlı giyinmezdi, kıyafetlerine çok dikkat ederdi. Babamın onu kıskanması için bir sebep yoktu. Ama güzel bir kadındı ve genç gösteriyordu…



- Sen, “Bunu da atlatacak annem!” diye düşündün mü?



Evet. Hastaneye gittiğimde annem yoğun bakımdaydı. Üç gün sonra sınavım var diye, kimse bana fazla bir şey söylemedi. “İyileşecekmiş, ameliyat iyi geçmiş” gibi geçiştirdiler. 3 gün böyle geçti. Üniversite sınavına girdim. Her yerde annemin hayalini görüyordum. Sınav kağıdını elime aldım, bir baktım, “Baba adı…” yazıyor. O an şöyle dedim, “Benim babam, annemi öldürdü!” Babam, annemin katili olmuş ve o an ben, baba olarak, onun adını kağıda yazmak zorundayım. Ellerim titreye titreye yazdım. Hızlıca soruları cevapladım ve çıktım, hastaneye geri döndüm…



- Anneni görebildin mi?



Adli bir olay olduğu için kesinlikle kimseye göstermiyorlardı. Ama doktor bana şunu söyledi sürekli: “Umut yok, kendini hazırla!” Ben de dedim ki, “Madem umut yok, madem öleceğini söylüyorsunuz. E bırakın de o zaman annemi göreyim!” Bunun üzerine beni içeri almaya başladılar. Annemi ilk gördüğümde, onu tanıyamadım. Bütün vücudu şişmişti, dudakları, yüzü, her yeri. Gözlerinden sürekli yaş akıyordu, istemsiz hareketler yapıyordu. Doktorlar, yaşasa bile artık eskisi gibi olmayacağını ya hafızasını kaybedeceğini ya konuşamayacağını ya da başka arazları olacağını söyledi…



- Annenle vedalaşabildin mi?



30 gün boyunca yanına girdim, çıktım, beni hiç duymadı. Bilincinin kapalı olduğunu söylüyorlardı. 30’uncu gün, benim de artık umudum kalmamıştı. Odaya girdiğimde konuşmadım, nasıl olsa beni duymuyor, hiçbir tepki vermiyor… O da ne! Birden elinin kıpırdadığını gördüm. Hayal gördüğümü düşündüm. “Anne” dedim, “Beni duyuyorsan, gözünü aç, kapat!” Annem gözünü açtı, kapattı. Ben çığlık attım, hemşireler koştu, “Evet, bilinci açıldı” dediler. 20 Nisan’dı, hayatımın en mutlu günü. O gün bütün gün annemle konuştum. Bıçaklandığı gün, evden, aceleyle çıkmıştım, onu öpemeden. 20 Nisan günü, ben onu öptüm, öptüm, “Korkma! Her şey geçti, ben buradayım…” dedim.



- Gerçekten her şeyin geçtiğine inandın mı?



Evet. Hem de çok. Ama ertesi gün, bilinci tekrar gitti. Ve birden kötüledi çok kötüledi. “Annenizi bu gece kaybedeceğiz!” dediler. Feryat, figan ağlıyorum, kabul etmek istemiyorum. O gece herkes hastaneden gitti, bütün akrabalar. Ben gitmedim kaldım. Tekrardan çağırdılar beni, dediler ki, “Bir şansımız var, ameliyat yapabiliriz ama yüzde 90, onu yine kaybedeceğiz. Yapmazsak da, iki saat içinde zaten ölecek!” Benden başka karar verecek kimse yoktu, ben de 18 yaşıma yeni girmiştim. “Yapın” dedim. Ama daha ameliyata almadan kalbi durmuş ve bir daha geri getirememişler annemi…



"Git babanla yüzleş yoksa bu travmayı atlatamazsın"



- Babanı kim ziyarete gidiyor?



Abim gidiyor, amcamlar gidiyor. Ben gitmek istemedim. Telefon görüşmesi dahi yapmayı reddettim. “Baba” kelimesini bile duymaya tahammülüm yoktu. Ama psikoloğum, “Git yüzleş!” dedi, “Yoksa bu travmayı atlatamazsın. Kendi kendine kızarak olmaz!” Onun üzerine, gittim yüzleştim. Bana kal geldi, babam da karşımda durmaksınız ağladı! Zaman zaman hala gidiyorum, beş ayda bir, altı ayda bir. Ama baba-kız gibi değil ilişkimiz artık. Biz zaten annemin ölümünden sonra hiçbir zaman normal baba- kız olamayız…



- Abini nasıl etkilendi olan biten?



Onunla da çok görüşmüyorum. Ben ne kadar anneme benziyorsam, o da o kadar babama benziyor. Bu olayda babama korumacı davranıyor, o yüzden sürekli çatışıyoruz.



"Bu kitabı iyileşebilmek için yazdım"



- Bu kitabı niye yazdın?



Birkaç sebebi var. Birincisi, iyileşebilmek için, içimdeki acıyı çıkartabilmek için. Bir de annem öldüğünde, kitapçı kitapçı dolaştım ben. Annesi ölen insanların hikayelerini aradım. Acımı hafifletecek, “Ben yalnız değilim” hissi verecek hikayeler. Gerçek hikayeler. Bulamadım. “O zaman ben yazayım” dedim. Allah korusun başına benzer şeyler gelenler, benim kitabıma sarılabilirler diye düşündüm. Ben bunları yaşadım ama yine de hayata tutunmayı başardım. İstenirse yapılabildiğini göstermek istedim. Bir de tabii, aile içi şiddette, o ailedeki çocuklara ne oluyor, bu çocuklara kim sahip çıkıyor, bu çocuklar nasıl kendilerine geliyorlar, gelebiliyorlar mı? Bunlara da dikkat çekmek istedim…



"İçimde acı sönmeyecek"



- Senin bir kızın olsa, sonu annen gibi olmasın diye n’aparsın?



Güçlü ve mutlu bir kız yetiştirmek istiyorum. Ben güçlü oldum ama mutlu büyümedim, inşallah bundan sonra olurum. Mutlaka iyi bir eğitim almasını isterim. Mutlaka. Ve kendini gerçekleştirebilmesini isterim. Ekonomik özgürlüğü olsun, kendi ayaklarının üzerinde dursun, bir erkeğe muhtaç olmasın…



- Sana kocan, sana elini kaldırsa, n’aparsın?



Bu, en büyük kabusum! Şiddet içinde büyüdüğüm için ister istemez böyle bir korkum var. Allah korusun, eşim bana el kaldırsa, “Eyvallah!” demem…



- Baban, “Beni affet!” derse, ne yaparsın…



Bazı hataların geri dönüşü olmuyor! Babam, benden özür dilese de, annem geri gelmeyecek, ben anneme bir daha sarılamayacağım. Benim düğünüm oldu, kendi ailemin evinden telli duvaklı çıkamadım. Ben mezun oldum, annem-babam yoktu. Hiçbir özel anımda ailem yoktu. Bir çocuğun, en büyük travması ailesiz olmaktır. Benim ailemi elimden aldı babam, halatımı koparttı, o yüzden de babamın, “Beni affet!” demesi, bana hiçbir şey ifade etmiyor. Onu artık, benim değil Allah’ın affetmesi gerekiyor! Bir de babam, kendi affedebiliyor mu, önemli olan bu. Benim içimdeki acı sönmeyecek. Yanmaya devam ediyor. Sadece her geçen gün acı eşiğim yükseliyor…



- İnsanın böyle bir acıdan daha güçlenerek çıkabilmesi mümkün mü?



Kendi gibi çıkmıyor, başka biri gibi çıkıyor! Ben artık o eski Duygu değilim. Güçlü durabilmek için, yeni biri yarattım kendime. Başka şansım yoktu çünkü. Ben düşersem, kimse elimden tutup beni kaldırmayacaktı. Kimse, “Vah vah, sen ne zor şeyler yaşamışsın! Artık güzellikleri hak ediyorsun” demeyecekti. O yüzden hayata tutunmak ve bunları başaracak bir Duygu yaratmak zorundaydım. Bu yarattığım kadın, ne kadar benim, bilmiyorum. Keşke bunları yaşamak zorunda kalmasaydım da, gerçek kendimi tanısaydım. Maalesef yaşadım ve gerçek kendim yok artık. Aslında yaşadıklarım sadece annemi babamı değil, beni de elimden aldı…



Ayşe Arman'ın, Duygu Batu ile röportajı BURADAN okuyabilirsiniz.



'Babam annemi öldürdü... Babamı, benim değil Allah’ın affetmesi gerekiyor!'


Etiketler röportaj
Sıradaki Haber İçin Sürükleyin